Müzik Çalar

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Yeni Yazar - Büşra Gökçe Tura

Öncelikle herkese merhabaaa! ^^ Kendimi tanıtarak başlayayım. Ben Gökçe. Çanakkale 18 Mart Üniversitesi'nde Japonca Öğretmenliği okuyorum, 1. sınıfım. Burak müstakbel "kouhai"m olur yani (bunu buraya sıkıştırmasam olmazdı Burak gomen) :D. Burak'la bölüm sayesinde tanıştık ve blogunun olduğunu ama yalnız olduğu için bir süredir yazmadığını söyledi. Blogun kitap hakkında olduğunu öğrenince de "Ben de yardım ederim !" dedim ve işte buradayım.

Benim yayınlarım Burak'ınkilerden biraz daha farklı olacak. Ben kitap haricinde anime-manga olsun, müzik olsun, Japonca olsun birçok farklı şey hakkında da yazacağım. Şimdiden yoroshikuu ^_^

29 Mart 2014 Cumartesi

"Yaşadığım bu hayat benim seçimim." -Yabana Doğru

İşte bu kitap benim gerçekten ruhum. Beni tamami ile yansıtan kitap...
İnsanlar neden doğada yaşamanın mükemmelliğini, o muhteşem macerasını, anlamlılığını anlamak istemez ki?
Doğanın o tehlikeli yaşam şekli, çabalayarak hayatta kalma uğraşları, her gün güneşi ve ayı-yıldızları selamlamak...
Yeni endüstri ve teknoloji nesli-toplumu güvenli ve kolay yaşamın cazibesinden vazgeçemeyerek, bunların kölesi olmuştur. Oysaki doğa tüm hayvanların olduğu kadar insanlarında evidir.
Ortalama 20-25 yıl içerisinde doğa diye bir şey kalmayacak, ve şuan sanki dünyada sadece kendi "insan" ırkının yaşadığını sanan, diğer canlılara hiç değer vermeden doğayı yok eden insanlar büyük bir hata yaptığının farkına varacaklar.

Neyse gelelim kitabımıza. Varlıklı bir aileden gelen Christopher Johnson McCandless(lakabı Alexander Süperberduş), 23 yaşında üniversiteyi bitirdikten sonra bankasındaki yirmi beş bin doları bir hayır kurumuna bağışlayıp, arabasını çölün ortasında bırakıp, paralarını yakıp sahip olduğu çoğu şeyden kurtuldu. Çok uzun süredir hayali olan Alaska'ya gitti. Bu gidişin içinde hem macera ruhu, doğa sevgisi, özgürlük ruhu; hem de toplumun getirmiş olduğu "saçmalıktan ibaret olan" yükümlülüklerden kaçma ve güçlenme arzusu vardı. Tabi Alaskaya gitmeden önce Amerikanın pek çok yerini otostop ile ya da yürüyerek gezdi ve pek çok işte çalıştı. Yeni insanlar tanıdı ve tanıdığı herkes Süperberduşu çok sevdi.
Ne yazık ki Alaskaya gittikten yaklaşık 4 ay sonra evi olan minibüsünde ölü olarak bulundu. Yanlış bitkiyi yedi ama bunun farkına vardığında çok geçti. Geri dönmesi için nehir fazla hızlıydı...

Aslında insanlara doğada yaşamanın mükemmelliğini ve Süperberduşu anlattığınız zaman size:" Bak işte yaşayamamış doğada, demek ki olmuyormuş" diyebilirler. Alexander gerçekten çok küçük bir dikkatsizlik sonucu zehirli bitkiyi yedi. Okuduğu bitkiler kitabında, eksik okuma yaptığı için birbirine çok benzeyen iki bitkiyi ayırt edemedi. Ki, buna karşın Alexander "istediği hayatı" yaşadı. Toplumsal baskılardan kurtuldu ve mutlu şekilde öldü. Ailesi dahil herkesi geride bıraktı. Cesaretin ve özgürlüğün doruk noktası... Onun yaptığının aynısını( bitkileri karıştırmak değil tabi) bende Orta Asya da, Sibirya ve bozkırların geçiş bölgesi olan topraklarda yapacağım.. Kesinlikle bunun için yaşıyorum ve ne olursa olsun yapacağım...


Kitap hakkında söylenecek çok şey var. Ayrıca sadece Alexander'dan değil, onun gibi başka Berduşlardan da bahsedilmiş. Kitabın beğenmediğim tek yeri biraz karışık olmuş. Alexander'ı tanıyanlar ile sorgulama bölümleri ve Alexander'ın kendi yazdıkları yaşadıkları çok karışık verilmiş. O yönden biraz sıkılabilirsiniz. Ama Alexander'ın kafa yapısını ve yazdıklarını yaşadıklarını anlamak için oldukça yeterli... Kısacası, varsa eğer doğaya karşı ufacık bir sempatiniz, okuyun okutturun...

"Beklediğim, hayatın durgun akışı değil, hareketti. Coşku, tehlike, duygulanmak için hareket istiyordum. Durgun yaşantımızda harcanmayan enerji fazlalığı vardı içimde" (Alexander'ın "Aile Mutluluğu"(Leo Tolstoy) adlı kitabı okurken altını çizdiği satırlar.)

"Bana yeni bir araba almaya çalıştıklarına inanamıyorum ya da okul masraflarımı gerçekten karşılayabileceklerini düşünmelerine; o da hukuk fakültesine gideceksem eğer. Onlara belki milyon kez zaten dünyadaki en iyi arabaya sahip olduğumu söyledim. Miami'den Alaska'ya tüm kıtayı katettiğim binlerce kilometer boyunca bana tek bir sorun çıkarmamış, asla bir başkasıyla değiştirmeyeceğim ve cidden bağlılık duyduğum bir araba. Gene de söylediğim bunca şeydi duymazdan gelip, bana alacakları yeni arabayı kabul edeceğimi düşünüyorlar! Gelecekte onlardan herhangi bir hediye kabul etmek konusunda çok ama çok dikkatli olmalıyım çünkü saygımı bu yolla satın alabileceklerini sanıyorlar."

"Hiçbir insani, yoldan çıkma pahasına tabi olmadı, Sonuç, belki fiziksel bir zayıflık olabilir, ama daha yüksek prensiplere uyan bir yaşamdan kimse pişmanlık duyduğunu söyleyemez. Eğer gündüzü ve geceyi neşeyle selamlıyorsan, hayat çiçekler ve hoş kokulu bitkiler gibi güzel kokular saçıyorsa, daha esnek, yıldızlı ve ölümsüzse - işte o zaman başardın demektir. Doğa, bütünüyle sana yapılmış kutlamadır, anbean kendini kutsamış olursun. En büyük kazançlar ve değerler en az takdir edilenlerdir. Çabucak unutulurlar. En yüksek gerçek onlardır. Belki de, en şaşırtıcı ve gerçek şeyler bir insandan diğerine aktarılamaz. Günlük yaşantının gerçek ürünü, gündüzün ve akşamın çizgileri gibi tarif edilemez ve elle tutulup gözle görülmezdir. Yıldızlardan  yakalanan toz zerreleri, gökkuşağının sıkıca kavradığım bir parçasıdır." (Alexander'ın "Walden" (Henry David Thoreau) kitabından altını çizdiği satırlar.)





(Alaskada iken yaşadığı evi.)

26 Mart 2014 Çarşamba

Adaletin Adamı Raskolnikov... Suç ve Ceza

Bu kitabı okuyana kadar kitap okuduğumu sanırdım... Cidden kendimin tıpa tıp aynısını bu kitapta buldum. Baş karakter olan Raskolnikov kelimenin tam anlamı ile benim tıpa tıp aynım. Adalet anlayışı, kendi adaletini kendi sağlaması ve asla pişman olmaması... Gerçek adalet için önüne çıkan engelleri aşabilmesi...

Okuduğum ilk klasik kitaptı aslında bu. Klasiklere başlamamın nedeni de bu olacak sanırım. Bütünü ile kusursuz bulduğum harika bir eser. Kitapa, Rusya'da yaşayan Raskolnikov adında bir genç var. İşi gücü yok, parasız ama kafasında açlıktan çok çevresindeki-dünyadaki adaletsizlikler var. Kendi halinde yuvarlanıp giden bu kahramanımızın aklına dünyanın adaletsizliği sorgulamak geliyor. Yaşamayı haketmeyenlerin rahat içinde yaşamasını ve yaşamayı hakedenlerin ölmesini ya da sefalet içinde yaşamasını sorguluyor. Çok uzun bir düşünme, hesaplama planlarının ardından, kaba tabirle "tefeci" diyebileceğimiz bir kadını öldürüp ihtiyacı kadar olan parayı almak ve aynı zamanda da o kadına borcu olan herkesi azad etmiş olmayı istiyor. Çok büyük şans sayesinde kadını ve kaza eseri kadının kardeşinide öldürüyor ama olaylar asıl böyle başlıyor. Kendi içindeki hesaplaşmasını, pişman olmasa da o yaşadığı zihinsel çöküntüyü çok net bir şekilde görebiliyoruz. Bildiğiniz ruhunu hissettim Raskolnikov'un. Hatta böyle bir olayın gerçek olabileceğine bile inanıyorum diyebilirim. Çünkü romandaki Raskolnikov'un evinin olduğu yer, Dostyoveski'nin evinin 2-3 sokak ötesinde bir yermiş. Gerçekten varmış yani.
Raskolnikov sıradan bir genç de değil bu arada, karşısındaki kişinin ne düşündüğü çok iyi bir şekilde analiz edebilen, sezebilen birisi... Romanın adı "Suç ve Ceza" ama Raskolnikov'un yaptığı suç sayılmaz bence, sadece adaleti yerine getirdi. Zayıf insanların yapamadığını yaptı, güçlü olduğunu gösterdi...
Kitap hakkında "spoiler" sınıfında bilgi verilmiş diyebilirsiniz ama kitabın ana konusu, anlatılmak isteneni, olaylardan ziyade Raskolnikov'un yani suç işleyen birinin iç dünyasını anlatmak.

Açıkçası ben kişisel olarak yaptığını doğru buluyorum. Bir şerefsizi yok edip, pek çok masumun yaşamasını sağlamak oldukça onurlu bir davranıştır...
"Her insanın yaşama hakkı vardır" sözü saçmalıktan başka bir şey değildir. Sadece yaşama hakkını kaybedecek davranışta bulunmayanların yaşama hakkı vardır. Kısacası efenim, okuyun ve okutturun. Raskolnikov'un adaletine güvenin...

"İnsanlar basit ve üstün olarak ikiye ayrılırlar. Basit olanlar, yalnızca insan cinsini üretmeye yarayanlardır, diğerleri de yeni bir şey söyleyebilmek isteğiyle doğmuş, üstün insanlardır. Toplum muhafazakarlık görevini yerine getirmek için çok kez bu insanları asıp kesiyor ya da her türlü hareket imkanından mahrum ediyor. Ama yine aynı toplum, bir nesil sonra bu astığı insanların anıtını dikip, onlara tapıyor... İlk bölüm şimdinin adamıyken, ikinci bölüm hep geleceğin adamıdır. Birinciler dünyayı korur ve nüfusu çoğaltırlar. İkincilerse onu hareket ettirir ve asıl amacına doğru yürütürler." 

"Akıllı insanlar, hep küçük  şeylerden kendilerini ele verirler. Bir adam ne kadar akıllıysa, küçük şeylerden o kadar az korkar ve onu o kadar basit oyunlarla yakalamak kolaydır."

"İktidar ancak onu eğilip alma cesaretini gösterbilenlere verilir."


24 Mart 2014 Pazartesi

"Kılıcın yapamadığını adalet yapar." -Kanuni

"Kılıcın yapamadığını adalet yapar." Nedense ben her zaman tersini düşünmüşümdür. Bence "Adaletin yapamadığını kılıç yapar.". Belkide günümüzde-yakın tarihte pek adalet göremediğimi için öyle düşünüyorumdur...
Okay amcamız adından belli olduğu gibi Kanuni'yi ele almış kitapta. 3 kişinin gözünden anlatılıyor kitap; Kanuni, Vehimi Orhun Çelebi ve Pargalı İbrahim. Açıkçası beğendim ben kitabı ama keşke biraz daha uzun tutsaymış. Zaman atlamaları çok fazla yapılmış. Toplam 3 ya da 4 savaşta bitti koskoca Kanuni dönemi. Ama zaten somut bir kurgudan çok soyut bir kurgu yaratılmış. Kanuni'nin, Pargalı'nın ve Vehimi'nin iç dünyalarını çok iyi aktarıldığını düşünüyorum. Konuyu anlatmama gerek yok ama kısaca anlatayım; Yavuz Sultan Selim Han'ın ölmesi ile Süleyman başa geçiyor. Süleyman adalete aşırı derecede düşkün biri(Bu yönünü çok sevsem de babası kadar keskin tavırlı olmaması üzdü beni. Biraz fazla yumuşak başlı buldum açıkçası.).
Pargalı'yı köle iken yanına alıyor ve her ne kadar onun tavırlarının yapmacık olduğu ihtimalini düşünse de onu hayatının merkezi haline getiriyor. Aslında mantık olarak Hürremi getirmesi gerek ama kitapta Pargalıyı ve Hürremi eşit seviyor gibi anlatılmış.
Vehimi ise Yavuz Sultan Selim Han ile de çalışmış ulu bir casus. Kanunininde en iyi adamı haline geliyor, her anlamda uzman biri. 
Öyle bir entrika var ki sarayda, herkes birbirinden deli gibi şüpheleniyor, paranoyaklaşma derecesine gelmiş bu. O ondan şüpheleniyor, o ondan... Bu arada Avrupa Kanuniyi pek takmıyor kafaya, onlarda benim gibi yumuşak başlı görüyor Kanuniyi. 
Kanuni aslında her şeyi mükemmel yönettiğini düşünürken, arka planda paşalar ve sadrazamlar adilikler peşinde hep(hepsi değil tabiki). Ama Kanuni hiç birini görmüyor Hürreme ve Pargalıya olan sevgisi yüzünden...
Söylenecek çok şey var aslında ama zaten Kanuni Sultan Süleyman hakkında herkes az buçuk bilgiye sahiptir. Daha fazla bilgi vermek istemiyorum açıkçası^^.

En çok şu kısım hoşuma gitmişti:
"Kanuni: Şu yaşında uykunun gafletinden başını kaldırmazsın da, evin soyulduğu için gelir bizden hesap sorarsın ha? Neden bu kadar derin uyursun anacım?
Evi soyulan kadın: Kusura bakmayın padişahım. Biz seni uyanık bilirdik, onun için evimizde rahat uyurduk.
Kanuni: Haklısın tebaamdan sorumluyum. Mallarının zararının tüm bedelini şahsi malımdan karşılayacağım ana."

22 Mart 2014 Cumartesi

"Ve bu kitap benim vücudum, Ve bu söz benim ruhum."(-Acılar Kitabı) -Gün Olur Asra Bedel

Uzun bir aradan sonra, YGS belasının geçmesi ile tekrar yazmaya başlıyorum. Blog'un pek takipçisi yok zaten ama olsun...

Bu kitabı okuyalı uzun süre olmuştu aslında. Ama dersler yüzünde yazma fırsatı pek olmuyordu. O yüzden sıcağı sıcağına bir yazı olmayacak bu. İdare ediverin yinede^^

Cengiz amcamız bozkırları konu almış. 1950'li yılların Stalin faaliyetlerini konu almış. Ama özellikle benim en çok ilgimi çeken Orta Asya bozkırlarında yaşayan Türklerin geleneklerini; geleneklerini unutmuş insanlarla geleneklerini korumaya çalışan insanların çatışmasını konu almış...

Konumuz ağırlıklı olarak Kazakistanda Sarı-Özek bozkırında geçiyor. Bir gün Yedigey adında, tren istasyonunda çalışan yaşlı bir amcanın çok yakın bir dostu ölüyor. Ölen kişi vasiyet olarak Ana-Beyit mezarlığı adında bir mezarlığa gömülmeyi istemiş. Yedigey her şeyi geleneğine usulüne uygun olarak yapmaya çalışan, böyle işlere aşırı değer veren bir kişi. Kitapta burada başlıyor aslında. Cenazeyi mezara götürürken Yedigeyin kafasından gençliğinden beri kalmış bir sürü anılar geçiyor. Kitabın ana konuları, verilmek istenen mesajlar hep burada. Yedigeyin Kazangap(ölen dostu) olan anıları, yaşadıkları zorluklar, birbirlerine olan olağan üstü bağlılıkları...
Kazangap'ın vefasız oğlunun(Sabitcan) vurdum duymaz davranışları var bir de. Yedigey ve diğer büyükler olmasa babasının cesedini sağa sola herhangi bir yere gömüp kaçacak şerefsiz. Geleneklerini tamamen unutmuş, sözde "modern" bir insan ama insanlığımdan utandım yeminle o adamı tanıdıkça... Bir yandan bunlar anlatılırken, bir yandan farklı bir konu olarak uzayda Orman-Göğsü-Gezegeni adında bir gezegende farklı çok zeki ama barış yanlısı canlılar bulunuyor. Amerika ve Rusyanın ortak olarak yürüttüğü bu çalışmada da Aytmatov zekice eleştirilerini yapıyor. (Eleştirilerin ne hakkında olduğunu kitabı okuyanların görmesini istiyorum.) Ama bu ilginç konuya karşın kitabımız yinede bilim-kurgu sayılmayacak şekilde yazılmış. Hatta ne yalan söyliyim bana gerçekçi bile geldi. "Neden olmasın ki?" dedim yani, zaten dünya dışı canlılara inanan biri olarak.
Özellikle "Mankurt" efsaneleri ve "Dönenbay" kuşu efsanesini okuyunca eminim ki sizlerinde gözleri dolacak. Yemin ediyorum ağlayacaktım az daha...

Kitabın üzerinden çok uzun zaman geçtiği için şimdilik yazabileceklerim bunlar. Birde altını çizdiğim bir kaç alıntı var.
"...Eskiden insanları kafaları ile değerlendirir ve kafalarına bakarlardı. Şimdi ise kıçlarına değer veriyorlar..."
"Yiğitlik kaçmakta değildir. Eğer yiğit isen, burada kalıp üstesinden gelmelisin o meselenin. Herkes gidebilir, herkes kaçabilir ama, herkes kendine hakim olamaz, herkes kendine karşı zafer kazanamaz."
"Bu yerlerde trenler doğudan batıya,batıdan doğuya gider gelir... gider gelirdi...

 Bu yerlerde demiryolunun her iki yanında ıssız, engin, sarı kumlu özeği Sarı Özek uzar giderdi.

 Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden başlıyorsa, bu yerlerde de mesafeler demiryoluna göre hesaplanırdı.

 Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir... gider gelirdi..."

27 Kasım 2013 Çarşamba

"Herkes, herkese aittir." Cesur Yeni Dünya

Nasıl konuya gireyim bilemedim şimdi. Aldous Huxley amcamızın gerçekten çok iyi bir hayal gücü varmış... Yani kitabı okurken şöyle bir düşündüm; kitabın içeriğini günümüze-gerçek hayata uyarlamaya çalıştım ve aslında şu an her ne kadar dünyadaki sistemden ve onur yoksunu kurallardan nefret etsem de, beterin beteri olduğunu öğrendim. Tabi ki kitapta ki her şey kurguydu(ya da değildi bilemeyiz) ama yinede okuduktan sonra rahat bir oh çektim-günümüz de o manyak dünya gibi olmadığı için. Bu arada kitap başlarda inanılmaz karmaşık geldi. Neyin ne olduğunu anlamakta çok zorluk çektim, hatta bazı yerleri anlamadım-akışına bıraktım kitabı. Konuyu anladıkça demiyim de, daha çok olaylar kızıştığı zamanlar çok sarmaya başladı. Açıkçası kitabın ortalarında bile sıkıldığım yerler oldu. Ama ortalarından sonra sonlarına doğru gerçekten çok iyi gitti-ama hiç bir şey hayalimdeki gibi gitmedi...

Gelelim konusuna- ki bu kitap için anlatması en zor yerine. Şimdi bir dünya düşünün insanların ahlak anlayışı günümüzde tamamen karşıt olan. Örnek olarak; bu dünyaya göre bir kişi ilgi duyduğu bir karşı cinsle uzun süreli düzenli ve sadakatli bir ilişki kuramaz. Onunla beraber olurken aynı zamanda başkalarıyla çıkmak zorunda. Günümüzde ki karşılığı aldatmaktır yani. Eğer aldatmazsa, bir kişi ile düzenli, sadakatli bir ilişkisi varsa bu çok ayıp sayılır. Ayrıca kadınların doğal yollarla bebek doğurması da çok ayıp-pornografik bir olgu sayılır. Kadınlar doğurmaz. İnsanların üreme hücreleri alınıp, özel şişelerde döllendirilir ve bebekler şişelerde büyür. Ayrıca bebekler belli bir olgunluğa gelince, düzenli aralıklarla onlara belli şeyler dinletilir ve şartlandırılmalar yapılır. Örneğin bebekler büyürken, onlara, anne-baba-aile kavramlarının ne kadar ayıp ve iğrenç bir şey olduğunu, yalnız kalmanın ne kadar ürkütücü olduğunu, doğanın iğrenç olduğunu, herkesin herkese ait olduğunu, Tanrı olarak gördüklerin "Ford"un ne kadar kutsal olduğunu, bireylerin hissetmemesi gerektiğini, aldatmanın ne kadar onurlu bir davranış olduğunu, ölümün harika bir şey olduğu gibi düşünceleri aşılarlar. Ayrıca her birey büyürken, bireyin kanına ilerde yapacağı belirlenmiş olan işe göre maddeler verilir. Yani buna göre, bir fabrikada çalışacak olan işçi çok kısa, güçsüz ve ortalama zekanın altında olurken; en üst düzeyde bir işte çalışacak kişi muhteşem olarak sayılan bir vücuda ve zekaya sahiptir...
Birey toplum için çalışmalıdır, bireyin sorgulaması yasaktır.
Gel gelelim aralarında bazı kişiler vardır, ki bunlar yavaştan bir sorgulamaya eğilimi olanlardır.  Fakat yinede yetiştikleri toplum nedeniyle fazla sesleri çıkmaz ve bunlardan biri "Vahşi Bölge" olarak tabir edilen ve bu sözde "modern uygarlık" sınırlarının dışında olan bir bölgeye tatile gider. Gittiği yer açıkça bir kızılderili bölgesidir. Orada çok farklı şeyler öğrenir ve yaşar. Bir şekilde orada kızılderililer ile yetişmiş biri "modern uygarlık" bölgesini gezmeye gelir ve işler o zaman karışmaya başlar. Bir yanda "modern uygarlık" olarak tabir edilen koca bir yalan ve bir yanda da doğa ile iç içe yaşayan gerçek güzelliğin "düşüncesel" savaşı başlar...

"Mutluluk ve erdemin sırrıdır -yapmak zorunda olduğun şeyi sevmek. Tüm şartlandırmaların amacı budur; insanlara, kaçınılmaz toplum yazgılarını sevdirmek."

"Eğer farklıysan yalnızlığa mahkum oluyorsun."

"Izdırap karşılığında kazanılan şeylerle kıyaslandığında, şu anki mutluluk çok sefil kalır. Ve tabii ki istikrar, istikrarsızlık kadar gösterişli değildir. Mutlulukta, şanssızlığa karşı verilen mücadelenin ihtişamlarından hiçbiri yoktur. Günahla mücadelenin, veya ihtiras ya da şüphe nedeniyle ölümüne alt üst oluşların görkemini bulamazsınız mutlulukta. Mutluluğun yüce bir yanı yoktur."

"Ben keyif aramıyorum. Tanrı'yı istiyorum, şiir istiyorum, gerçek tehlike istiyorum, özgürlük istiyorum. Günah istiyorum." "- Aslında, dedi Mustafa Mond. -Siz mutsuz olma hakkını istiyorsunuz."

Aslında yazacak çok alıntı var daha ama abartmak istemiyorum fazla:) Ayrıca daha öncede dediğim gibi hala satranç turnuvaları devam ettiği için, bir daha ki yazınında gelmesi çok uzun sürebilir. Şimdilik hoşça kalın, kendinize iyi davranın:)

20 Kasım 2013 Çarşamba

Psiko Analist

Psikoloji yoğunluklu kitap arayışı içindeyken bir ara bu kitaba denk geldim. Arka kapağında ki yazısını da gerçekten ama gerçekten çok beğendim. Çok fena ilgimi çekti. Dayanamayıp aldım hemen. Gerçekten büyük bir hevesle başladım kitaba. Ve çok kısa bir sürede, büyük bir hızla bitirdim kitabı. Gerçekten çok yüksek bir tempoya sahipti, asla sıkılmadım. Sürekli merak içinde bıraktı beni. Ayrıca kitabın konusuna göre, kendimi doktorun yerine koyduğumda inanılmaz dellendim. Sürekli, iyi tarafta olan baş kahramana emirler yağdırdım ama gel gelelim baş kötü karakterimiz psikopatın önde gideniydi... Öncelikle kitabın arka kapağını yazayım.
"53. doğum günün kutlu olsun doktor. Ölümünün ilk gününe hoş geldin. Geçmişinden bir yerlerden geliyorum. Hayatımı mahvettin. Nasıl ya da neden olduğunu hatırlamayabilirsin, ancak mahvettin. Şimdi ben de senin hayatını mahvedeceğim. Başta sadece seni öldürmem gerektiğini düşündüm. Sonra bunun fazla kolay olacağını fark ettim. Kendini öldürmenin daha iyi olacağına karar verdim.
Kendini öldür doktor!
Seninle bir oyun oynayacağız. Yarın sabah altıdan itibaren, kim olduğumu bulabilmen için on beş günün var. Vereceğim ip uçlarıyla başarılı olursan, seni affedeceğim. Yapamazsan, o zaman... Bu mektubun ikinci sayfasında isimleri yazan 52 akrabanın hayatlarını tek tek mahvedeceğim."
Yani şimdi ne diyeyim bilemedim ki... Hani şerefsizlik olur da, bu kadar mı olur be arkadaş. Ne kadar iğrenç bir durum bu. Düşünsenize, gençliğinizde sırf elinizde olmadan(farkında bile değilsiniz) yaptığınız bir hata yüzünden, birileri sizden intikam almaya geliyor ve  "ya kendiniz öldür, ya beni bul ya da 52 akrabanı gebertirim" diyor. Adam gibi bir ip ucu falanda yok elinizde en başta. Bir mektubu yollamış adam, başka hiç bir şey yok ve size onu bulmanızı söylüyor. Bu arada baş kahramanımız Doktor Rick'in, akrabaları ile hiç bir bağı yoktur. Çoğunun ismini bile bilmez, bildiklerinin de neyi olduğunu karıştırır. Ama gel gelelim iş onların hayatlarına geldiğinde hepsi kıymete biner ve büyük bir sorumluluk hisseder. Oyunu kabul eder. Ama bu şerefsiz Bay R(mektubu yollayanın lakabı) o kadar geniş güçlere sahip ki, Rick'e nefes bile aldırmaz. Onu da geçtim, Rick'in çok güvendiği az sayıda insanları bile satın alıp, Rick'e karşı kullanır. Rick kafayı yemenin çizgisine gelir, sürekli paranoyaklaşır. Çünkü bu psikopatımız, Rick'i yaklaşık 1 senedir mercek altına almıştır ve her gün neler yaptığını, neler yapacağını ve yapmayacağını adı gibi bilir... İlk başlarda Rick çok çaresiz de olsa, zamanla işler değişir ve satranç oyunumuz başlar:)

"...Volta atmayı bırakıp masasına döndü. 'Çılgınlık' diye düşündü. Fakat belli düzeyde zeka gerektiren bir çılgınlık. Çünkü benimde buna dahil olmama neden olacak..."

"Mahvetmek. Ne kadar büyüleyici bir kelime. Ekonomik yıkım anlamına gelebilir. Aynı zamanda öldürmek anlamına gelebilir. İşte bu noktada düşünmen gerekiyor."

"...benim aslında ne kadar  dengesiz biri olduğum konusunda emin olamıyorsun muhakkak. Tutarsızca karşılık verebilir, sayısız kötülük yapabilirim. Ancak tek bir şeyden emin olabilirsin: Öfkemin sınırı yoktur."